İstanbul, 9 Şubat 2008
2 Şubat 2008 Cumartesi günü, partimizin Haseki’deki İstanbul İl Merkezinde yapılan konuşma, “Toplum Ve Devlet” konusuna ayrılmıştı. Günümüzdeki bütün tartışmaların kaynağı, toplumumuzla devlet arasındaki bağın zedelenmesi ve bu zedelenmenin bir türlü onarılmamış olması ve hatta mevcut rahatsızlığın giderek kronik hâl almış olması, bu rahatsızlıkların zaman zaman hâd safhaya çıkması ve patlak vermesiyle su yüzüne çıkması olayı olarak görülmektedir.
Bir devletin uzun vâdede ayakta ve sarsıntısız durabilmesi ve sağlıklı olarak devam edebilmesi için, toplumuyla ilişkisini başlangıçta sağlam olarak kurması ve daha sonra bu konuda çok dikkat göstermesi gerekir. Bu kuralın, en iyi örneği Osmanlı devletidir. Kuruluşundan 19. milâdî yüzyıla kadar bu ilişki, padişah-asker-yönetici-bilim adamları-halk arasında genellikle düzgün olarak işlemiş, kopukluklar istisnai olarak görülmüştür. İhtilâl görünümlü yeniçeri başkaldırmaları daha çok vezir kliklerinin birbirleriyle çatışması sonucunda patlak vermiş, buna zaman zaman medrese de katılmış, ancak halk ve hükümdar çoğunlukla bu fitnelerin dışında bulunmuştur.
Ancak, Tanzimat’tan sonra, devletin Batı havasına kapılması sonucu, yönetimde bölünme, kadrolar arasında çatışma ve gerilim nerdeyse süreklilik kazanmış, halkın giderek daha çok ihmal edilmeye başlandığı gözle görülür hâle gelmiştir. Devletle halk arasında birbirinden ruhça uzaklaşma dönemi böyle başlamıştır.
Devlet, giderek Batıya yönelmeğe devam etmiş, toplum geleneksel yapısını korumuşsa da dıştan gelen büyük dalga Birinci Dünya Savaşı, devleti yıkmış, sel onu alıp götürmüştür.
Cumhuriyet Dönemi “devrimci”leri, yeniden kurulan devleti, toplumun da bağlı olduğu köklerden tamamen koparıp Batıdan gelme düşüncelerle yeniden düzenlemek istemiş, devlet-toplum kopukluğu daha vahim bir şekil almış, demokrasi döneminde ise bu, zaman zaman partiler, gruplar arası kızgın çatışmalar, askerî darbeler, terör ve anarşi dönemleriyle toplumda sürekli bir tansiyon doğurmuştur.
Aktüel başörtüsü krizi de bunlardan biridir. Devlet-toplum barışı henüz uzakta olan bir arzu ve hedef olarak gözüküyor. Mevcut iktidar ve muhalefet partileri, ne yazık ki, yüzeysel tartışmalar içinde toplumu germeyi ve milletimize tarih boyutu içinde vakit kaybettirmeyi sürdürmekten başka birşey yapmıyorlar.
DEĞERLER, İLKELER VE KAYNAKLARI
Bugün, İl Merkezimizde yapılacak konuşmanın konusu, toplumu ve dolayısıyla devleti ayakta tutan değerler, ilkeler ve bunların kaynakları ve bu yüzden ortaya çıkan krizlerdir. Zaman zaman toplum ve devleti sarsan, partileri birbirine düşüren ve baharlarda kaynamış kanları ateşlendirerek telâfisi güç zararlar verdiren, ortalığı kırıp döken kavga ve kargaşalıklara sebep olan bunalımların temelinde, toplum ve devletin, tarihî değerlerinden, ilke ve kaynaklarından sıyrılıp, soyunup, ayrılıp yaban ellerden devşirilen sözde değer, ilke ve kaynaklara bel bağlar hâle getirilmesinden neş’et ediyor.
Bir kesim aydın, ana kaynağı Batı olarak görüyor. Buna karşılık, bir kısım aydın ve belli belirsiz dolaylı yoldan da olsa halk, buna karşı çözümün yine kendi gelenek ve köklerimizde olduğunu görüp seziyor. Bir siyaset kesimi de ikisinin arasında ve daha çok batıcılara yakın, sözde halkla devleti barıştırmak istiyorsa da daha çok gerilimlere ve tepkilere meydan veriyor.
Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet rejimcileri, empoze ettikleri, kimi zaman yaşadıkları ve ellerinde bulunan devlet gücüyle yaşattıkları Batı hayat tarzlarıyla ve yine kendilerinin Batıdan getirdikleri demokrasi düzeni uygulaması sebebiyle mecburen halkla yüzyüze gelmiş, altmış yıldır zaman zaman sıkıntıya düşmüş, kimi zaman handiyse tasfiye oldukları veya olacakları hissine, daha doğrusu vehmine kapılmıs, halkı ve kendilerinden olmayan, her nasılsa ortaya çıkmış bulunan farklı aydın tiplerini düşman gibi görmüşlerdir.
Yine bu sıkıntılardan birini yaşıyoruz.
Bu sıkıntıların temeli, kendi değerlerimize dayanmayan rejimlerle devleti ayakta tutmaya çalışmaktır.
Eski düzenimizde, yani Tanzimat öncesi düzenimizde, değerlerimiz kendi değerlerimiz, ilkelerimiz ve hayat tarzımız, islâm ilkeleri ve hayat tarzı, kaynak, din, yani Kur’an-ı Kerim, vahiy, peygamber yorum ve uygulaması, yaşanan 1400 yıllık tarih ve oluşan islâm medeniyetiydi. Tanzimat’tan Osmanlı Devletinin batışına kadarsa, bu hayat tarzına, ilke ve değerlere, Batı hayat tarzını ortak koşarak sözde yeni bir hayat türü tutturulmak istenmişse de, bu ikilemli rejim ve yaşam tarzı başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Kurtuluş savaşından sonra kurulan yeni devlet, sözde bu ikiliği, çeliskiyi ortadan kaldırmak için tam Batıcılık girişimiyle tüm eski kurumları ortadan kaldırmış ve yeni bir düzen kurmuştur. Daha sonra çok partili bir yapıyla revizyona uğrayan bir düzende din mümkün olduğu ölçüde kişi hayatına itilmiş, laiklik ve demokrasi, ilke ve değerlerin ana kaynağı haline gelmiştir. Bugün, kendi aralarında, cumhuriyet-demokrasi, laiklik tanımları etrafında tartışma ve çatışma grupları oluşmuş, bazen bunların yaptığı kavgalar, toplumun hayatını sarsar şiddet boyutuna ulaşmıştır
Laiklik, demokrasi prensipleri, Batıya mahsus ilke, değer, düzen fikirleridir ve kaynağı Rönesans, Reform ve Fransız İhtilâli temelli Batı Medeniyetidir. Onun da temeli, Grek, Roma,ve Hıristiyanlıktır. Kendi kimliğimizi tamamen yitirmeden bu ilkelere ve hayat tarzına adapte ya da entegre olmamız mümkün değildir.
Benliğimizi ve kimliğimizi tam yitirmediğimiz sürece, hiç bir zaman bu Batı kaynaklı ilke ve düzen, istek ve gerçekleştirimleri, kendi ilke, değerler ve düzenimizin üstüne çıkamayacaktır. İslâm bunlarla bağdaşmaz. Onlar islâmla uyuştukları, islâma uyum sağladıkları takdirde hayatımıza girebilirler.
İslâm, her alanda yaşam savaşı veriyor. Olup bitenlerin gerçek anlamı ve asıl nedeni budur.
İslâm, kuşkusuz bu savaşı da sonunda zaferle bitirecektir.
Bu zaferi sağlayacak Diriliş nesli ne kutlu bir nesildir!
YÜCE DİRİLİŞ PARTİSİ
Genel Başkanı
A. Sezai KARAKOÇ