İstanbul, 15 Mart 2008
Bugün, İstanbul’da, Haseki’deki İl Merkezimizde yapacağımız konuşma, “DİN VE MEDENİYET” konusunda olacaktır.
Kişi için ruh ve vücut neyse, toplum için de din ve medeniyet odur. Din toplumun ruhu, medeniyet de vücudu gibidir. Ruhsuz vücut, ceset demek olacağı gibi, dinsiz bir medeniyet de ruhsuz bir madde yığını, öbeği olur. Vücut ruhun kendini tabiatta ve eşyada ifade etmesi anlamına geldiği gibi, medeniyet de, dinle dolu, dinle canlı hâle gelen toplum ruhunun, eşyayı ve tabiatı tasarruf ederek, hayat için bir anlam, bir tarz, kalıcı eserler oluşturması demektir. Medeniyetin oluşum sürecini, kültür dediğimiz, duygu ve düşünceleri, istek ve arzuları, bilgi ve tecrübeleri, tarih ve coğrafya ışığında yoğurup hamur haline getirerek bir amaç belirleyen, âdeta metotlu, düzenli bir şekilde işleyen toplum irâdesi idâre eder. Benzetme uygun olursa, kültür, dokuma tezgâhı, renk renk iplikçikler, medeniyetse, dokunan kumaştır. Din, o iplikçiklere renk, dayanıklılık ve tezgâhı işleyen irâdeye hedef, amaç, dayanma gücü veren, fiziği aşkın ilâhî lütuf ve armağandır. Kültür ve medeniyet, dinden, ruh, can ve öz alır. Din, onlar için tükenmez, kurumaz bir doğuş, varoluş ve yeniden diriliş kaynağıdır.
Din, insanın hakikate dair sorularını cevaplandırması, ahlâka temel sağlaması, edebiyat ve sanatın her dalına konu, tema ve figür vermesi sebebiyle, medeniyetin temel saikleri olan doğruluk, iyilik, güzellik idealarının doğal olarak varoluş ve besleniş, gelişiş ve serpiliş ortamı sayılır. Dini tarihten, toplumdan çekip alınız, geriye medeniyet ve insanlık namına ne kalır? İnsan topluluklarını hayvan topluluklarından ayıran gözle görülür, elle tutulur fark medeniyettir ama medeniyeti de medeniyet yapan dindir.
Medeniyet, kelime olarak da, yani etimolojik anlamda da dinden gelmektedir. Din, Medine, medeniyet hep aynı kökten gelen kelimeler. Medine ise, site, şehir anlamındadır. Peygamber efendimizin, sahabelerle birlikte hicret ederek gelip yerleşmek zorunda kaldıkları, adı Yesrib olan kente “Medine” adını verirken onun bir “din ve medeniyet yeri” olmasını arzuladığı aşikârdır. Vahyin ilk kelimesi ”oku!” da, aynı anlamda bir mesajdır. Alınan ilk esirlerden Medine çocuklarına yazı öğretilmesinin istenmesi de, medeniyete biçilen bahânın yüksekliği hakkında esaslı bir fikir vermekte değil midir?
Farabi’nin tasvir ettiği “medine’t-ül fâzıla” bir düş değil, islâm medeniyetinin gerçekleştirdiği kentlerin bir nevi prototipidir. Sadece Mekke, Medine, Şam, Bağdat, İstanbul, Kahire, Isfahan, Şiraz v.b. eşsiz şehirleriyle değil, sayısız irili ufaklı şehirleriyle, âhiretten, cennetten yansıma bu şehirleriyle, İslâm Medeniyeti, varoluşa metafizik bir boyut kattığı gibi, kıyamet kopuncaya kadar bir kalıcılık hakkını sağlamış ve âdeta bu dünyadan öteki dünyaya mümkün geçişin en yumuşağını ve en mâkulünü ortaya koymuş olmuyor mu?
İbn-i Haldun, gerçek bir bilgin olarak, bu gelişime “umran” ismini vermekte haksız mıdır?
Bugün, araplar, “medeniyet” kavramını “hadara” kelimesiyle karşılıyorlar. Canlılık, yeşillik anlamlarıyla islâmın medeniyet-tabiat ilişkisini de içeren bu doğallık, Hızır kavramıyla, ihya (diriliş) kavramıyla, (umran) deyişiyle birlikte “medeniyet” kavramıyla bütünleşip asıl anlamını buluyor.
Mükemmeliyetin, ebediyetin sınırlarına varmak için kendini aşa aşa olgunlaşan medeniyetimiz, bu dünya hayatının ve kaderin bir özelliği olarak Batı’nın saldırısına uğradı. Tabiatın ve mimarinin harikalarıyla dolu şehirlerimiz yüz yıldır çeşitli bahanelerle yıkılıyor. Bağdat yıkıldı. Camileri bombalandı. Eşsiz yazmalarla dolu kütüphanesi yakıldı. Bu, Moğol tahribatından sonraki kütüphane yangınıdır. Antik ve arkaik Mezopotamya’nın eşsiz sergisi olan müzesi yağmalandı. Eski islâm şehirlerinin otantik ve orijinal örneklerini koruyan Afganistan şehirleri de tahribattan kendini kurtaramadı. Öyle görünüyor ki, Batı’nın şuuraltında, aşağılık duygusundan dolayı, şehirlerimizi, o âsûde geçmişimizin hâtıralarını muhafaza eden cami, çeşme, kütüphane, ev v.b. her şeyimizi yok etmek arzu ve niyeti yatıyor. Fırsat çıkınca da onu durdurmak mümkün olmuyor.
Bundan da kötüsü, ruhlarımızda yaşayan islâm ruhunu yok etmek istemesi Batı’nın. Ruhumuzu yansıtan yazımızı, dilimizi, musikimizi, inanç ve geleneklerimizi bozup yok etmek için sözde değişme, dönüşme, batılılaşma adına islâm ülkelerinde doğurulan sözde aydın bir sınıf şartlandırılıyor. Kendi ülkelerinde yokolmaya yüz tutmuş, zorla ayakta duran hırıstiyanlığı bu sınıfa aşılamak için ellerinden geleni artlarına bırakmıyorlar.
Diriliş Hareketi, inancımızı olanca gerçekliği ve saflığıyla korumak, ahlâkımızı en yüksek seviyede diriltmek, medeniyetimizi bir daha sarsılamayacak bir sağlamlıkla canlandırmak, yazımızı, takvimimizi, şehirlerimizi, maddî ve mânevî bütün gücümüzü uyandırmak, saldırıları geri çevirmek, etkisiz kılmak, özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı güvence altına almak, kısacası ruhumuzun ve onun tüm tesir, iz ve eser bütününü esenliğe eriştirmek ve bu ideali gerçekleştirecek nesli, gençlik kuşağını yetiştirmek dâvasıdır.
Din ve medeniyet, cevizin içi ve kabuğu gibi bir bütündür.
Bu bütünü korumak, en üstün görevdir.
Bilim ve teknoloji yarışında rövanşı Medeniyetimiz aldığı takdirde, dinin hayatta gerçek yerini bularak, islâm dünyasını, Batı’yı, Doğu’yu aydınlatacağına, insanoğlunun yeryüzündeki mutluluğunun kapılarını yeniden açacağına kuşku yoktur.
Batı’nın üstünlük iddiası, insanlıkla kaynaşmasını engelliyor. Doğu ise, kendine fazla dönük ve dışa ruhuyla ilgisiz. Dünyanın sorumluluğunu üstlenebilecekler, ancak, yine müslümanlardır. Müslümanların bu misyonlarını yerine getirebilmeleri ise medeniyetlerini etkisi dünyayı kapsayacak şekilde canlandırmalarını ve geliştirmelerine bağlıdır.
Önümüzdeki yüz yılların dünya gündemi, “islâmın dirilişi” olacaktır. Gençler, yeni nesiller için heyecan verici büyük gündem budur.
Ne mutlu bu gündeme erenlere!
Ne mutlu medeniyetimizi bilme, tanıma, diriltme ve koruma idealini gönlünde taşıyanlara.
Ve ne mutlu diriliş dâvasına gönül verenlere.
YÜCE DİRİLİŞ PARTİSİ
Genel Başkanı
A. Sezai KARAKOÇ